Önce senin evriminden sözederek başlayalım istersen. Nereden başladın, nereye geldin?
Orhan Taylan: şimdi bu resimler
son iki-üç yılda boya kullanmanın virtüozitesiyle haşır neşir olmanın ve
resim dilini zorlama çabalarının sonuçları. ilk yıllarda tabii bu tür
resimler yapmıyordum. O zamanki eksikliklerimi aşa aşa geldiğim
bugünlerde resmin malzemesini de dilini de istediğim gibi
kullanabiliyorum, bunu hissedebiliyorum. Önce Roma'da dört yıllık bir
akademi eğitimi gördüm. Ancak bu ustalık sağlamaktan uzak bir eğitimdi.
Eninde sonunda resim dünyasıyla ve sorunlarıyla tanışıyorsunuz. Benim
resme, ortaokul ve lise dönemlerinde, annemin ressam olması dolayısıyla
belli bir yatkınlığım vardı. Yani zaten desen çizerdim. Orada bunu iyice
geliştirdim. 1965'de Türkiye'ye, desen çizmeyi iyi bilen, bir miktar da
boya yapan ama boya resmini yeterince tanımayan bir genç olarak döndüm.
Zaten o yıllarda, hele gençler için, resim yaparak yaşama imkanı yoktu.
Dekoratif panolar yaptım. Zaten Roma'ya biraz da duvar resmi
tekniklerini öğrenebileceğimi işittiğim için gitmiştim. Bu konuda hemen
hiçbir şey öğrenmedim ama bundan yakınmıyorum. Hiç değilse neyin nasıl
öğrenilebileceğini araştırmayı öğrendim. Böylece 1965-70 yıllarını
dekoratif panolar, tiyatro dekorları ve grafik işler yaparak geçirdim.
Bu arada '68-'69 yıllarında ilginçbir gelişme olarak üyesi olduğum işçi
Partisi'nde sendikalı işçi arkadaşlarla tanıştım. Dolayısıyla kendimi, o
yıllarda gelişen sosyal hareketliliğin çok yakınında buldum. Ve tabii
Avrupa'da bizden çok daha önce yaşanmış deneyimlerden yola çıkara
sendika ve eylem afişleri yapmaya başladım. Üç-beş yıl içinde partideki
işçi arkadaşlar sendikalarının yönetim kademesine geçince bizim afişler
yüzbinlerle çoğaltılır hale geldi. 1976 1 Mayıs'ı düzenleneceği zaman,
hiç unutmuyorum gece yarısı telefon edip bir afiş çizmemi istediler.
Sabaha bir yürütme kurulu toplantısı varmış. Beğenilirse hemen baskıya
girecekmiş. Hemen çizip verdim. Zaten en çarpıcı işler de hep böyle bir
çırpıda çıkar. O afişi sendikaların bugün hâlâ kullandıklarına
rastlıyorum. Bu arada tabii çok sayıda büyük boy resimler, alan
resimleri yaptım sendikalar için. Günün kendi hareketliliğinden
kaynaklandığı için farklı, beklenmedik işler çıkıyordu. Resmimin
gelişimi açısından, önce de dediğim gibi, italya'da iyi bir desenci
olmayı öngörerek yaptığım yoğun çalışmanın önem taşıdığını sanıyorum.
Hatırlıyorum okuldaki asistan desene önem verdiğimi görünce bana model
çizerken füzenle değil de fırça ve mürekkeple çalışmamı önermişti. Elli
tabaka kağıdı önüme alıp aynı pozu, kağıtlar bitene kadar tekrar tekrar
çizerdim. Bu arada çok eğlendiğim birşey vardı. Hani her okulda
palavradan takılan öğrenciler vardır ya, hoca geleceği zaman bunların
hepsi bana gelip desenlerinin elini ayağını düzeltmemi isterlerdi. Ben
de bu işi şarta bağlamıştım. "Orhan'ın Michelangelo'dan daha iyi desen
yaptığını kabul ve teyit ederim" diyen kağıtlar imzalamaları
gerekiyordu. Hele italyanların bunu homurdana homurdana imzalamalarıyla
çok eğlenirdim. Ama Michelangelo'yu özellikle çok çalıştım. Yani bu adam
insan gövdesine o kadar duyarlı bir ifadeyi nasıl yüklüyor, onu
yüklerken nelerden yararlanıyor, anatomiyi nasıl kullanıyor diye çok
uğraştım. Örneğin ifade dendiği zaman ifadenin yüze yüklenmesi bana çok
yüzeysel gelir. Hemen bütün ustalar ifadeyi yüze yüklemekten uzak
dururlar. Peki ifadeyi nereden bulurlar o zaman? Michelangelo bunu büyük
ölçüde başın boyun ve omuzla ilişkisini zorlayarak buluyor. O zaman
yüzü boş bile bıraksanız yoğun bir duygu yüküne ulaşıyorsunuz. Bunlarla
epeyce uğraştım. Sonra günümüz gerçekçi akımı içindeki italyan
ressamlarıyla, Renato Guttuso ve Vespigniani gibi ustalarla ilgilendim.
Deseni leke değerleriyle daha çarpıcı kılmak üstüne uğraştım. italya'dan
döndükten sonra ilk sergimi 1968'de açtım. Sonra birkaç desen
sergisiyle devam etti. Demin sözünü ettiğim, döndüğümde kendimi içinde
bulduğum o yoğun politik ortamla, benim hazırlık biçimim buluştuğunda
yaptığım resim kişiselleşme, özgünleşme sürecine başlamıştır diye
düşünüyorum. Benim buralı bir genç olarak yüreğimde taşıdığım öznel
coşkular, italya'da ya da Meksika'da antifaşist mücadele döneminde
ortaya çıkmış anlatım biçimleriyle beslenerek buraya geldiler, buradaki
sosyal coşku ortamıyla buluştular. Hiç buluşamayabilirlerdi. Geçenlerde
bir sohbette "Ben resmin varoşlarından geldim" gibi bir ifade
kullanmıştım. Onu daha açık söyleyeyim: Buradaki egemen resim dili
karşısında kendi konumumu belirledim. '40'ların, '50'lerin resim akı mı
olan folklorcu kübizmle ve '60 sonrasının genç kuşağı olan Utku,
Alaeddin, Komet, M. Güleryüz çevresinde o yıllarda egemen olan Kuzey
Avrupalı grotesk dışavurumculukla aramda mesafeyi netleştirdim. Bu
eğilimlere karşı kararlı bir seçim yaptım.
B.S.: Zaten bu dediğiniz türdeki resm sosyal değişim sürecine oturmazken sizinki oturdu. Yani böyle bir çakışma sözkonusu.
O.T.: Farklı bir konum alışımın
nedeni de bu zaten. Hiçbir zaman o dönemdeki resim çevresinin içinde
olayım, kabul göreyim diye bir endişem olmadı. Tam tersine uzak durmaya
çalıştım. O eğilimler benim değerlendirmeme göre, figüratif olmakla
birlikte, olmayan bir gerçekliğin resmi, soyut coşkuların sanatıydı.
Bence doğaldı karşılık bulmaması. Her ne kadar küçük bir sanat
otoriteleri çevresince önemli ve ilginç bulundularsa da bir duyarlık
nesnelliğine bir türlü oturmadılar.
Almıla Sağdıç: Tabii bir de geniş bir ktleye ulaşması ve söylemlenmesi gerçekleşmedi.
O.T.: Tabii sanatsal duyarlığın
bir karşılığı, bir muhatabı, bir publicum'u olması lazım. Sanatçı onu
nerede bulacak? SiZ "Ben dünya insanlarına sesleniyorum" derseniz bir
seçim yapmış oluyorsunuz ama soyut bir muhataptır bu. Ve resimle
muhatabı arasında, estetik bir duyarlık alanı oluşturacak olan iletişimi
hiçbir zaman kuramayabilrsiniz. Sonuç olarak yaptığınız çalışmanın
belli bir publicum'da nasıl yankılandığını sezebileceğiniz bir yakınlık,
o kadar demokratça bir ilişki olmalı. Tabii bu söylediğim basit birşey
değil. Bunu, resminize bakıp fikir beyan edenler düzeyine indirirseniz
kolayca yanıltılabilirsiniz. Çünkü insanlar her zaman doğru cümleleri
kuramayabiliyorlar, hatta doğru da söylemeyebiliyorlar.
B.S.: Onun söylediği bambaşka birşeyden esas anlamı çıkarmak gerekiyor. Ustalık, maharet de orada zaten.
O.T.: Uçlarda örnekler vereyim:
insanlar resimlerinize bakar ve "Çok şahane buldum", "Harika resimler"
falan derler. Bunlar sizin için sıfır ifade eder. Anlarsınız ki hiçbir
yakınlık kuramadı ama resmin teknik yetkinliğinden etkileniyor.
Yanıltıcı ifadeler, fazla abartılı övgüler çok yaygındır. Tabii insan
gereksiz yere abartıldığı zaman irkilmeyi de öğreniyor. Çünkü
dikkatinizi saptırıyorlar, çalışmanızın sağlığını bozuyorlar. Bizler de
bunları genelleştirerek çıkarsamalar yapmayı öğreniyoruz. Nesnel
karşılık meselesine dönersek, 1968-70'lerde işte böyle bir konum aldım.
Yarı sezgisel, yarı bilinçli bir tercihti bu. Giderek netleti, ben de
daha güvenle, daha tutkuyla çalışır oldum. Yani artık Türkiye'de
batılılaşmacılık misyoncusu bir sanatçı olmak niyetinde değildim. Gerçi
son çözümlemede, bugün yeryüzünde egemen olan taşınabilir tual resmi
Avrupa kaynaklıdır ama cumhuriyetin şu yetmiş yılı opera, bale, klasik
batı müziği ve resim-heykel sanatlarını yeterince kurumlaştırmış,
üstelik de fazlasıyla kadrolaştırmış durumdadır. Bu sanatlar batı
düşünce ve uygarlık biçimlerini aktaran kökleşmiş eğitim ve uygulama
kurumlarına sahiptir. Ve bu aşırı kökleşmişlik, batıda kabul gördüğü
kesinleşmiş yeniliklerden başkasına kapısını aralayamaz hale gelmiştir.
Yani yenilikçilik adına varolup tutuculuk üretirken, buralı ve demokrat
bir kültüre katkıları olamazdı. Buralı derken sözcüğe bir ulusal
sınırlar anlamı değil de daha geniş, bölgesel bir anlam yüklemeye
çalışıyorum. Burada benim gibi insanların düşünce biçimlerini,
duyarlıklarını ve giderek çağdaş resmi çözümleme yollarını ortaya
koyabilmeliyim diye düşünüyorum. Bunu yapabildim mi bilmiyorum. Bir kere
insanın kendisini öznel olarak geliştirmesi ve sanatçı olarak
yetkinleştirmesi için aceleye yer olmadığı besbelli. Ve tabii insanın
duvarları yumruklar hale düşmemesi için çevresinde de bir entelektüel
diyalog ortamına ihtiyacı var. Büyük ölçüde bu yüzden o dönemlerde yazar
ve şairlerle çok yakın arkadaşlıklarım oldu. Ressam arkadaşlarım hep
birkaç sınırında kalmıştır çünkü. '68-'70'lerde ressamlar arasında
okur-yazarlık pek yaygın değildi. Belki de bu yüzden yazarlar arasında
ufuklarım genişliyordu. Belki biraz da 1905-20 arasındaki döneme olan
hayranlığım beni böyle davranışlara itmiştir çünkü konstrüktivistlerin,
fütüristlerin, sürrealistlerin ortaya çıktığı dönem belki de uygarlık
tarihinin entelektüel açıdan en canlı, en yoğun, en verimli atılım
dönemidir. Benzersiz bir dönemdir. Hemen bütün usta sanatçıların diğer
sanat dallarıyla ve tabii günün felsefesi ve politikasıyla diri bir
yakınlıkları vardır. Bütünsel bir sanat ortamı. işte böylesi eğilimlerle
oluşturduğum bir çevre içinde, kafamda resme dair biriken pekçok
sorunun yanıtını şiir alanında buldum. Çünkü şiir, resimden çok farklı
olarak burada yüzlerce yıldır vardır ve bütün düşünce türleri içinde
üretilmiştir, son derece gelişkindir ve de şaşırtıcı bir form
zenginliğine sahiptir. O halde buralı bir resim dilinin ipuçlarını şiir
formlarında aramak yanlış olmaz diye düşündüm hep. Böylece, başlıca
yazarlar ve ilerici aydınlar, mimarlar, doktorlar, avukatlar gibi
kesimler arasında bulduğum publicum, baştan kendime çidiğim rota üstünde
güvenle çalışmaya devam etmemi, desenciliğimi daha kapsamlı bir resme
doğru geliştirmemi sağladı. Ancak bunu oldukça uzun bir süreçte yaptım.
1975-76'larda kapsamlıca boya çalışmaya başladım. O yıllarda akrilik
boya ile duvar resimleri çalışması da bir yandan yürüyordu ki, '80'den
sonra karanlığı hâlâ aşılamayan mahut askeri darbe nedeniyle birkaç
yıllık bir ara verdim. Ama söylemeden geçmeyeyim, şiddeti tanımak insna
büyük sevgileri, tutkuları, coşkuları da tanımayı öğretiyor. '86'dan
sonra yeniden yağlıboya resme giriştim. Resim dili üstüne yoğunlaşma da
'89-'90'dan bu yana sürüyor, sürüp gideceğe de benziyor. işte böyle bir
gelişme çizgisi benim çalışmalarımı, genel olarak egemen resmin edasının
ve söyleminin dışında bir yerlere götürmüştür diyebilirim.
B.S.: Yani siz alternatif bir resim yaptınız.
O.T.: Bilmiyorum. Birşeylerin
varolmadığını sezip onu var kılmaya çalışmanın adına alternatif tavır
denilebilir mi? Ben böyle bir iddiadan her zaman uzak durdum.
B.S.: Ama mesela gerçeğin tarifinde sosyal altyapıyla sanatsal üstyapının çakışması vardır. Sizin resmniz de buna oturuyor.
O.T.: Tabii oturuyordur. Benim
aslında peşinde olduğum, amaçladığım bir karşı-resim üretmek değildi
çünkü ben karşı olmanın çekiciliğinin peşinde değildi. Esas olanın
peşindeydim.
B.S.: Zaten sizin resminiz bir
anlamda esasın tarifine uyuyor ama içinde yaşadığımız toplumsal süreç
içerisindeki resim çizgisinin dışında olduğu için bir anlamda alternatif
bir çizgi denilebilir. Çünkü bizdeki resim esasa uymuyor.
O.T.: Bunu baştan beri
seziyordum. Bu nedenle de seçtiğim çizgide, hiçbir dönemde tereddüt
geçirmeden devam ettim çünkü ben resimde, daha en baştan, sözünü ettiğim
o buralı duyarlık ilişkisini bulmaya çalışıyordum. Sorunun resmin
dilinde olduğunu kavrayıp çalışmamı bu yönde yoğunlaştırabildiğimden bu
yana yaptığım işin, muhatabından, giderek daha sesli yankılar
getirdiğinin farkındayım. Bazı arkadaşlarım "muhatap"ı sorguladılar.
Örneğin "iki tane şair arkadaşın mı, ölçü kimdir, kriter olarak kimi
alıyorsun?" diye sordular. Ben ona "Benim gibi insanlar" diye bir
çerçeve koydum. Ama orada bırakmayıp açımladım da. "Benim gibi insanlar"
köylü olmayan, yönetici olmayan, güce ya da paraya tapmadan insan gibi
çalışarak yaşamaya uğraşan, okumayı, öğrenmeyi seven aydın insanlardır.
B.S.: Burada ikinci bir nokta
var. Birinci noktadaki desenin o gizemli sağlamlığına bir açıklama
getirdiniz. Resmin bir de belki ilk bakışta çok farkedilmeyen, göze
çarpmayan bir arka planı var. insanın yaşadığı süreç içerisinde karar
verirken o kararlılığı gösterip geel bütünün dışında kalabilmesi çok
önemli çünkü bu bir anlamda ürkütücü birşey. Ancak o arka planın çok
sağlam olması insana bunu yaptırabilir, yanılıyor muyum?
O.T.: Haklısın. Burada beni
yılgınlıklardan koruyan şey ilk ağızda çalışmayı çok sevmemdir. Ama bu
yetmez çünkü resim işinin altyapısı eninde sonunda bir zanaattır. Çok
çalışmak beni sadece çok üretmeye götürür. Benim şansım biraz da gençlik
yıllarımda italyanca ve ingilizceyi öğrenmiş olmamdan, Türkiye'de
vulgarizasyon dışında sanat üstüne hiçbir kitabın basılmadığı dönemlerde
kendimi geliştirme olanağı bulmamdan geliyor. Çünkü ben öğrenmenin
peşindeydim ve hiç kimseyle de yarışmıyordum. Sorun benim çalışmamla
benim publicum'um arasındaydı. Dil sevgisi bunu bana sağladı diye
düşünüyorum. Dilleri o kadar severek çalıştım ki resim yapmasaydım
mutlaka dillerle ilgili birşey yapardım. Hangi ülkeye gitsem üç-beş
günde kırk-elli kelime öğrenip yakınlıklar kurmaya bayılırım. Bir de
diller arasında bağlar icat etmeye. Bütün bunlar araştırma zevki ile
birlikte bana öyle bir güven duygusu verdi ki hiçbir zaman yılgınlığa
düşmek için bir sebep görmedim. Hatta galerilerde sergi açmaya
giriştiğimde "Orhan ressam değildir, bu işte adı bile geçemez" diyecek
kadar radikal dışlamalarla da karşılaştım. Sözcüğü tırnak içinde
alırsan, bir çevredeki anlamını düşünürsen belki de ressam değildir,
belki de başka bir ad bulmak lazımdır. Bu da benim sorunum değil. Ben
baştan beri sağlıklı bir çalışma içinde olduğum kanısındayım. Sözgelimi
Kafkaslar'dan, Doğu Akdeniz'den Balkanlar'dan buraya kadar bizim, Kuzey
Avrupalı'lardan, Güney Afrikalı'lardan ya da Uzak Doğulu'lardan nasıl
farklı olduğumuz üzerine kanaatlarım var. Ben buralılığı, düşünme
biçimini, hayata bakma biçimini, hayattan zevk alma biçimlerini,
heyecanlarını ifade etme biçimlerini hep çok severek yaşadım ve anlamaya
çalıştım. Bugün benim, aşağı yukarı aynı formasyondaki, aynı hazırlık
biçimi ve aynı birikim aşmasındaki bir Amerikalı sanatçıdan neden çok
farklı işler yapıyor olduğumu çok iyi biliyorum. Acaba öyle yapmalı
mıyım diye bir tereddütüm de yok çünkü hayatın getirdikleri karşısında
böyle bir konumu kendim seçtim. Belki de bu süreçte, farklı bir tutumla,
umutsuz sonuçlara da varmış olabilirdim. Pekçok büyük sanatçı ülkesini
yaşanamaz, daha ötesi yaratıcı çalışma yapılamaz duruma gelmiş bulduğu
için bambaşka kültürlerin ülkesine göçmüştür. Bunu anlayışla
karşılıyorum. Ama Türkiye gibi resim geleneği olmadığı bıkmadan söylenen
bir ülkede resim sanatına müthiş bir merak ve saygı dolu bir ilgi
olduğunu da biliyorum ve bunu hem kendim hem de bütün resimle uğraşanlar
adına büyük bir şans sayıyorum.
B.S.: Peki resmin sadece iki
boyut olması sizi rahatsız ediyor mu, yoksa kişi bunun üzerine yüklediği
anlamlarla bunun boyutunu daha zenginleştirebilir mi?
O.T.: Resim sonuçta iki boyuttur
ve insanoğlunun düz bir yüzey üzerine işaret koymasının adıdır. Resmin
kenar uzunlukları kilometrelerce de olsa yine iki boyutludur. Resmin,
bir disiplin olarak karakteri budur ve üçüncü-dördüncü-beşinci
boyutlardan yoksun oluşu artistik ifade açısından bir sınırlılık
değildir. Resmin temel karakterinin yadsınarak olanaklarının
geliştirilmesinin sözkonusu olamayacağını, bunun disiplin değiştirmek
anlamına geleceğini düşünüyorum.
B.S.: Ben böyle resmin
sınırsallığı, iki boyut diyerek bir anlamda çanak tuttum. Çünkü benim
sizin resimlerinizde hissettiğim böyle bir sınırlamanın olmaması. Resim
üstüne yüklenen anlamlarla zaten çok boyutlu bir yapıya ulaşıyor.
O.T.: Burada sorgulanması gereken
iki boyut meselesi değil; resmin ilk çağlardan beri bir kambur gibi
taşıyıp getirdiği zaman ve mekân sınırlılığıdır. Yani yaşamın verili bir
zaman kesitinde ve belirlenmiş mekânlarda betimlenmesi yasasının
sınırlılığı. Günümüz dünya resminin de temel sorunlarından birinin bu
olduğu kanısındayım. Eğer benim çalışmalarımda bir sınırlılığın olmadığı
duygusunu ediniyorsanız, sanırım benim bu yöndeki araştırmalarımın
sonucudur. Yoksa resmin iki boyutunu da çok seviyorum.
B.S.: Peki, sana bu söyleşi için çok teşekkür ederiz.
O.T.: Ben teşekkür ederim.
Mimarlık Dekorasyon Dergisi 1995-33
---------------------------------------------------------------------------------------------------------
HER ZAMAN MUHALiF...
Berat Günçıkan
Başkaldıran bir ressam ve resmi
sanata karşı "muhalif". Figürü temel alan resminin yüzü hep insana dönük
ve bu yüzden ustalık gösterilerinden kaçınıyor. Orhan Taylan, resme,
insana ve hayata ilişkin sorularımızı yanıtladı:
B.G.-Resminizde şiirin ifade gücünü yakalamaya çalışıyorsunuz, ya felsefe?
O.T.-Felsefenin sanata dahlini
çok abartmak istemiyorum. Biz son tahlilde felsefeci değiliz, ya da ben
değilim. Ancak felsefeden öğrendiğim en önemli şey, kapsamlı bir resim
yapmak ama bunu sade bir dille ifade etmek.
B.G.-Nasıl bir resim dili?
O.T.-Resmin formunu kurarken
anlam katmanları oluşturmaya özen gösteriyorum, birinci okuma, ikinci
okuma hatta mümkünse üçüncü okuma...
B.G.-izleyiciye bırakılmış bir okumadan mı sözediyorsunuz?
O.T.-Resim üzerine çok düşünmemiş
bir sanatseverin, resme ilk bakışta okuduğu bir konu vardır. ikinci
bakışta, kendi birikimlerine, kendi formasyonuna göre bir anlam çıkarır,
kendi hayatının ifadesini bulur.
B.G.-Size rağmen, bir farklılık mı?
O.T.-Bir resimde o ikinci bakış,
yani yüzeyde görülen elmanın, armudun, figürün ya da herhangi bir
nesnenin arkasında sanatseverin resme yükleyebildiği anlam, kendi
hayatıyla ilintili bir anlamdır. Resme duyulan hayranlık, bu anlamda,
kendi hayatıyla ilgili buluşuna duyulan hayranlıktır. Sanatsever insan,
resme baktığında kendi yansısını gördüğü için hayranlık duyar.
B.G.-ikinci katmanda kendisini gören insanla sizin aranızdaki bağı sağlayan politik duruşunuz mu?
O.T.-Tabii. Muhalif ve
başkaldırı konumunda olmayı bir tavır olarak önde tuttum. içinde
yaşadığım hayatla uyum içinde değilim ve daha güzel olabileceğini, daha
iyiye dönüştürülebileceğini düşünüyorum. Bunun için muhalifim, bunun
için uyuşmayan bir duruşum var.
B.G.-Bu nasıl yansıyor resminize?
O.T.-Figürlerin edasından tutun
da, resmin formunu oluştururken kullandığım zıtlıkların birlikteliği
üzerine bile son derece özen gösteriyorum. Teorik olarak şöyle diyelim,
kırmızının olduğu yerde yeşilin varlığı kaçınılmazdır. Işığın olduğu
yerde karanlığın varlığından mutlaka sözedilmelidir. Birbirinden ayrı
düşünülemez zıtlıklar.
B.G.-Resminizle hesaplaştınız mı hiç?
O.T.-Tabii, işini ciddiye alan
her ressamın yaptığı bir şeydir bu. Ressam ben ne yapıyorum, ne
yapmalıyım diye sormalı. Bu, resminizin ulaştığı kamu ile ilgili birşey.
Sergi açtığım zaman sanatsan kamuoyunun ilgisini daha canlandıracak,
kışkırtacak bir resim dili kullanabilmeliyim diye düşünürüm.
B.G.-Bunun karşılığını gördünüz mü?
O.T.-Pek çok sergimde duyduğum
birşey var. Resim yapmaya çalışmış ama o olanağı bulamamış insan-lar ya
da resim yapan öğrenciler,çok kez bana şu cümleyi söylediler, 'ilk defa
bir sergide ben de böyle resim yapmak isterdim duygusuna kapıldım'. Bu
çok mutlu eden birşey, doğru bir dil seçebildiğimi, o dili kurabildiğimi
gösteriyor.
B.G.-Bu anlaşılmak ya da yakınlaşmak mı?
O.T.-Bir duyarlılık bütünlüğü
kurmak, aynı titreşimde bir bütünleşmeyi sağlayabilmek. Yoksa seyirciyi
hayran bırakmaya da yönelebilirsiniz. Çok kuvvetli, şaşaalı bir resim
kurar, ustalık gösterisini abartarak kullanırsınız. Seyirci de size
hayranlık ama bununla beraber eziklik duyar, küçülür. Ben bunu
seçmiyorum. Bunun despotik bir sanat anlayışı olduğunu düşünüyorum.
B.G.-Otoritenin resim aracılığıyla gücünü göstermesi...
O.T.-Evet, bir güç ifade ederler
çünkü devletin gücünü simgelemek amacıyla yapılmışlardır. Ama sanat
seven insanla bir duyarlılık ilişkisi kurmazlar. Amaçları, bakışları da
zaten buna karşıdır. bu yüzden, böyle bir tavırdan uzak durdum. Hele
hele olgunlaşmaya başladığımı hissedeli beri, özellikle hüner
gösterisinden, güç gösterisinden uzak durmaya dikkat ediyorum...
B.G.-Burada politik tavrınız mı devreye giriyor, ya da dervişlik gibi bir tutum...
O.T.-Evet, dervişlik... Politik
derken, politikayla daha yakın ilişkide olduğu yıllarda insan, o tür güç
resmine daha yakın oluyor. Bizim düşüncemiz güçlüdür, daha iyidir, daha
üstündür anlamında ideolojik fon daha net çizebiliyor. Bu eğilim,
özellikle genç sanatçılarda daha fazladır. Nazi Almanyası'nda, Stalin
Rusya'sında olgun sanatçılarca da yapılmıştır ama bu da resmî sanattır.
B.G.-"Resmî"nin karşısında sanat nerede duracak?
O.T.-Çok genel çizgileriyle
muhalif bir sanat olmaya devam etmeli. Birinci derecede de sanatın
içinde muhalif bir konumu olmalı. Benim yaptığım resim de öyle olageldi.
Hiçbir zaman egemen eğilim içine girmedim. Resim çevrelerinde her zaman
dışlanmış sanatçı konumunda oldum. Gerek buradaki akademiden olmayışım,
gerek politik olarak muhalif konumda oluşum nedeniyle birçok galerici
benimle çalışmayı öngörmedi, birçok yazar uzun zaman adımdan sözetmekten
kaçındı.
B.G.-Bu, bir sitem mi?
O.T.-Hayır. Bugün bir başarımdan
sözedenler oluyorsa, bunun dışlanmışlıkla da bağlantılı olduğunu
söyleyebilirim. Muhaliflik olsun diye yola çıkmış değilim, doğru olanın,
bana doğru görünenin peşindeyim. Böyle olunca, Türkiye'deki egemen
sanat türünün benden neden farklı olduğunu daha iyi görüyorum.
B.G.-Bu fark ne?
O.T.-Türkiye'deki egemen resim
sanatının durumunda iki temel hareket var. Birisi, milli resim, die
adlandırmayı tercih ettiğim, otuzlardan sonra gelişmeye başlamış, resmi
resim tarzı olarak kübizmi benimsemiş, popülist, folklorist bir akım.
Bir de bunun karşıtı gibi görünen, daha soyut eğilimli avangardist, yani
öncülük iddiasındaki akım var. Bunlar zaman zaman soyut, somut
karşılığıymış gibi aralarında çatışsalar bile durum gerçekte yapay bir
çatışma.
B.G.-Gelişmenin önünü tıkayan bir çatışmadan mı söz ediyorsunuz?
O.T.-Bu, şuna benziyor:
Türkiye'de, askeri darbe yanlılarıyla Refahçıların çatışmalarını temel
çatışma zannedenler var. ikisi de anti demokratik hareket olduğu için
siz demokrasiyi savunduğunuzda bu ikisi arasında bir tercih yapmamak
zorunda olduğunuzu görüyorsunuz. Burada yapmanız gereken, sadece doğru
bildiğinizi savunmak.
B.G.-Sizin doğrunuz ne?
O.T.-Bunu şimdiye kadar
yapageldiklerim temelinde cevaplandıracağım. Açıkça, figürlü, yani
insanın durumunun betimlenmesine yönelik bir resim. Bu her zaman
doğrudan insan figürü çizmek olmayabilir, bazen boş bir masa çizersiniz,
orada az önce oturmuş insanın hayatla ilişkisine ait bir izdüşümü
vardır. Yeterki orada bir yaşanmışlık ve nasıl yaşanmışlık hakkında
birşeyler söyleyebilmiş olayım. Biz dramdan trajediyi ya da olumsuz
birşeyleri kastettiğimiz için Türkçede insan dramı sözcüğü yanıltıcı
olabiliyor ama burada söz konusu olan insan dramı. Daha kapsamlı
konuşmak gerekirse insanlığın durumu üzerine resim yapmayı önemsiyorum.
B.G.-Önemsemek ve yapmak...
O.T.-Yapabiliyor muyum, ne kadar
yapabiliyorum, bunu değerlendirmek bana düşmez. insanın durumuyla ilgili
tavrımı, muhalif bir tavır olarak belirliyorum. Doğru ve daha iyi olan
bir yaşama biçimine doğru değişmesi ve gelişmesi gerekli bir dünya ile
insan arasındaki bir ilişkiden sözediyorum. Bu durum, bana hergün
söylenecek yeni birşey getirebiliyor. içinde yaşadığımız hayat
değiştikçe, söylenecek şey de çoğalıyor kuşkusuz...
B.G.-Bu çoğaltmada sanatçı, sanatseveri ne kadar önemsiyor?
O.T.-Sanatçı, sanatsever
kamuoyunun eğilimini küçümsüyor, hor görüyor, snobe ediyorsa bu kendi
sağlıksızlığıyla ilgilidir, 'Ben bilirim, ben sunarım, bu kamu da bunu
kabul etmeye ve alkışlamaya mecburdur'. Hayır, mecbur değildir,
beğenmediği şeyi niye alkışlasın ki? Ancak, sanatsever kamunun
ölçülerini esas aldığınızda da onun dışında var olan, resim alanını etki
altında tutan bir başka güce muhalif konuma düşüyorsunuz.
B.G.-Bu güç ne?
O.T.-Sistemin resim sanatı
alanındaki kadrosu. Kültür Bakanlığı bünyesinden tutun da o bakanlığın
müzeleri, giderek biraz daha sivil çevrelere yayılan müzeler, galeriler,
alsatçılar, müzayede kuruluşları, banka holding koleksiyonları,
bunların danışmanlarından oluşan dev bir yapı çıkıyor karşınıza. Bunlar
gerçekte, sanatsever kamunun duyarlı, estetik eğilimlerine zerrece
ilgili değiller. Onlar bir sanat türünün ya da bazı sanat türlerinin
geçerli olması gerektiğini düşünür, onları destekler, geliştirirler.
B.G.-Galeriler resmi anlayışa bir alternatif oluşturamıyor mu?
O.T.-Galeriler bugün hızla
insanların gezmeyeceği yerler haline dönüşüyor. Çünkü, galerici de artık
sanatsever kamuoyuna hitap etmiyor ve dışlıyor. O zaman da kaçınılmaz
olarak bir sanat oligarşisi ya da eliti, sanatı kendi resmi estetik
anlayışlarına göre biçimlendiriyor. Bu anlayış kaçınılmaz olarak tutucu
çünkü, resmi. Bu elitin içinde çok önemsediğim, son on beş yılın büyük
buluşu olarak küratörler meselesi var. Küratör bir çeşit yaratıcı
yöneticidir ve sanatçılara hangi fikri, nasıl çalışacağını söyler,
sanatçıdan da uygulamasını ister.
B.G.-Burada gerçek bir yaratıcılıktan, sanattan sözedebiliyor muyuz?
O.T.-Benim kuşkularım var.
Burada yaratıcılığı önemli ölçüde küratör üzerine alıyor, sanatçıyı bir
uygulayıcı, icracı konumuna indirgiyor. Birçok sanatçının bunu nasıl
kabul ettiğini hâlâ anlayamıyorum ama sistem onları yaratıyor. Çünkü
sanat alanını biçimlendirmek ve yönlendirmek istiyor, sanatçıları da...
B.G.-Bu büyük bir pazarı gösteriyor...
O.T.-Pazar derken Türkiye'de
canlı, hareketli, çok para dönen pazar var. Bu, ilk bakışta tek pazarmış
gibi görünüyor ama değil. Bir spekülasyon pazarı var, bir de demokratik
pazar.
B.S.-Spekülasyon pazarı...
O.T.-Çok miktarda karaparanın
girdiği, büyük ölçüde dalaverenin döndüğü pazar. Burada irkiltici
terimler kullandığımın farkındayım ama nedenleri çok açık. Karaparanın
girdiği yerde dalaverenin olması lazım. Herkes biliyorki, Türkiye'de
resim piyasasında dönen paranın çoğunluğu karapara. Bir dönem resim,
Türkiye'de, karapara aklamada önemli bir araçtı, şimdi giderek azaldı.
B.G.-Nasıl bir aklama bu?
O.T.-Resim, pazarda rayici belli
olmayan tek mal türü. Bir resmi, beş milyona da aldım diyebilirsiniz,
elli milyona da. Milyara da alabilirsiniz. Yeter ki isim çevresinde
biraz gürültü yapın. Birtakım büyük bankaların ve holdinglerin
koleksiyonlarının oluşturulmasında büyük boyutta spekülasyon yapıldığını
bu çevrede herkes biliyor. Açıktan değer yaratmaya çok elverişli bir
metayla, resimle oynuyorlar.
B.G.-Ressam nerede duruyor bu pazarda?
O.T.-Böyle büyük paralar döndüğü
için, ressamlar büyük para kazanıyor zannediliyor. Hayır. Türkiye'de
ressamlar zengin olmuyorlar çünkü resim ellerinden çıktıktan sonra
speküle ediliyor. Bu pazarda ressamla alıcı arasında bir ilişki yok.
Hareket, satıcıyla bu işlemi yapacak kurum ya da karapara sahibi
arasındaki spekülasyonda yatıyor.
B.G.-Ressamın böyle bir pazara girmekte direnme şansı, hakkı yok mu?
O.T.-Bence tabii ki var. O
konumda durduğumu, bunu bile isteye yaptığımı düşünüyorum. Ama düzenin
yönlendirdiği pek çok genç sanatçı, bu yoldan servetler
kazanabileceklerini düşünebiliyor, ya da böyle bir izlenim içine
sürüklenebiliyor. Bugün Türkiye'de böyle bir acele başarı hevesi, her
köşeyi sarmışken, genç ressamlar arasında böyle eğilimlerin olmasını
anlayışla karşılamak lazım.
B.G.-Demokratik pazar kime, nasıl açık?
O.T.-Bunu tırnak içinde bir
başarıyla anlatmalıyım.Bunu tırnak içinde bir başarıyla anlatmalıyım.
Bugün pek çok insan beni başarılı sayıyor. Ölçüsü nedir? Resimlerim çok
satılıyor ama o pazara da karşı duruyorum. Bu daha doğru, daha sahici
bir pazarın varlığınıgösteriyor. Demokratik pazar dediğim, doğrudan
doğruya beğeni ilişkisine dayalı bir pazar. Yani insanlar, benim işimi
sevdikleri için alıyorlar. Ancak, spekülasyon pazarının hepimizin
resmine bir etkisi var, o da fiyatlar. Türkiye'de fiyatlar abartılı
ölçüde yüksek. Fiyatlar, sanatsever insanların değil, sadece
spekülatörlerin ödeyebilecekleri rakamlara dönüşüyor.
B.G.-O zaman resim nasıl ulaşacak sanatsevere?
O.T.-Resmin farklı bir sunuluş
biçimi, daha doğrusu tüketiliş biçimi olması gerekiyor. Daha geniş
çevrelerce tüketilebileceği, seyredilebileceği, daha sık sergiler
açılabileceği akla geliyor çözüm olarak. Ama buna bağlı olarak resmin
kendi yapısının da değişmesi gerektiğini düşünüyorum. Resim, pazarda el
değiştirme amacıyla koltuk altına sığabilir boyuta getirilmiştir. Bir
resmi, el değiştirmesi zorunlu olmayacak boyutlarda yapabilmek üzere bir
yeni tasarım gerekiyor, tabii içeriği itibarıyla da. Bunun tohumları
benim şimdi yaptığım resimlerde var ve böylesine bir geçiş aşaması
içinde olduğumu düşünüyorum. Boyutları büyütülmüş resim için sabit bir
müzeden mi söz edeceğiz? šimdi fantazi yapayım, söz gelimi, bir tiyatro
gibi resim sergileyebilirsiniz, yani kapısından biletle girilen ve resim
seyredilen ortam oluşturursunuz. Yaptığınız resim ne kadar ilginçse o
kadar seyirci gelir. Resminizi seyretmek için para ödemeye değer diyen
insan ne kadar çoksa siz de o kadar ödüllendirilmiş olursunuz.
B.G.-Bu ressamı nasıl etkiler?
O.T.-Ressam böyle bir çalışma
içine girdi mi, hiçbir spekülatif numaraya kaçmaksızın, gerçekten
kamuoyunun ilgisini çekeceğini düşündüğü çalışma biçimine yönelecektir.
Çünkü en azından bir ikinci sergiyi açacak kadar para kazanabilmek için
kamuoyunun ilgisini çekmek zorundadır. Fantezinizin devamı...Komple bir
sergi tasarlanabilir. Bu, sanatçıya roman yazar gibi, bir tema üzerinde
çok kapsamlı çalışma yapma imkanı verebilir. Bugün bir sergi açtığınız
zaman, o serginin en iyi parçaları, satılıyor, bitiyor. ‹kinci bir defa
kimsenin, hatta ressamın da görme şansı yok. Günümüz sanatındaki
yüzeyselleşme de buradan geliyor, sanatçı resmine "o kadar" davranıyor.
Sanatçı bütünsel sergi oluşturmayı başarır ve satılmayacağı için yıllar,
belki kuşaklar boyu görülebilecek iş yapacağına inanırsa, yapacağı işin
özünde de çok temel değişmeler olacaktır. Kalbini resminin içine daha
fazla koyarak çalışacaktır.
B.G.-Burada devlet nerede duracak?
O.T.- Hiçbir yerde durmayacak.
Durmaması da iyidir. Bu bireysel bir çalışmadır, bireysel bir yaratıdır,
devleti ilgilendiren hiçbir yanı yoktur.
B.G.-Genel bir devlet tanımından mı söz ediyorsunuz, Türkiye'den mi?
O.T.-Türkiye'de devleti
yönetenler kendi resmi görüşünü dayatmak üzere destek verir.
Demokrasinin daha gelişkin olduğu ülkelerde ise kendi görüşünü
dayatmaksızın, haketmiş sanatçılara sübvansyon sağlamakla kendisini
görevli hisseder. Bu demokrasinin işleyişiyle ilgili ama ben yakın bir
gelecekte, Türkiye'de, bu kadar demokratik bir ortama kavuşabileceğimizi
düşünmüyorum... Bir angajman anlamına geldiği sürece de böyle bir
destekten yana değilim. Kadınlara gelelim... Resimlerimde daha çok kadın
figürü çiziyor olmam benim kendimi ifade ederken beğenilerimi
sergiliyor olmamdan çıkıyor. Burada çağlar boyu güzellik simgesi ne
olduysa onun felsefesini yapayım gibi bir eğilimim yok. Başarabildiğimce
içtenlikle kendi yüreğimden geçenleri biçimlendiriyorum. Bir kadınla
karşılaşmamdan bir heyecan duydumsa o heyecanı öylece geçiririm ve
genellikle kadınlarla karşılaştığımda heyecanlanırım, erkeklere kıyasla.
Bu da benim bir erkek ressam olmamdan geliyor, arkasında derin
felsefeler yok.
B.G.-Nasıl bir heyecan bu?
O.T.-Erkek bir ressam olarak bir
kadının bana verdiği heyecan sadece o kadını çizmek anlamında değil,
bambaşka şeyleri ifade ederken de bana kattığı bir çalışma sevinci,
şevki gibi şeyler... Bunlardan etkilenerek yola çıkıyorum. Tabii kadın
hareketinin gelişmiş olması da, kadın figürü çizerken kadının tavrının
da muhalif bir konumda ifade edilebileceği düşüncesini getirip benim
resmimin içine yerleştiriyor.
B.G.-Nasıl bir kadın duruşu...
O.T.-Hayatiyet taşıyan
kadınlardan çok etkileniyorum. Kuvvetli duygularla, güçlü bir ayakta
olma isteğiyle yaşayan ve bunu keyifle yansıtabilen, en umutsuz
koşullarda başkaldırıyı bile sevinçle, heyecanla yapabilen insanlar beni
çok etkiliyor...
B.G.-Üç darbe var hayatınızda ve onlar resminize yansıyor...
O.T.-Aslında biz daha fazla şeyin
etkisinde yaşıyoruz, 1990 yılında çok önemsediğim bir sergi açtım,
1890. Tarih ve hürriyet üzerine bir sergiydi. ittihatçı hareketi, onun
ideolojisini, hayata bakış biçimini ele aldım. Boşuna yapmadım, bugün
hâlâ o ittihatçı subay zihniyetiyle yönetildiğimiz kanısındayım.
insanlık durumunun bütün acıları da buradan mı geçiyor? Büyük ölçüde. Bu
yüzden ittihatçı paşalar bugün hâlâ var ve doğal olarak benim
resimlerimde de yer alıyor. Çünkü yakın tarihimizi böyle görüyorum,
yapabildiğim kadarıyla araştırmalarım beni buraya götürüyor. Ece
Ayhan'ın dediği gibi, 1836'yı hâlâ iliklerimize kadar yaşıyoruz. Evet
hâlâ aynı sancıları, hâlâ aynı zihniyeti sırtımızda taşıdığımız
kanaatindeyim. Onun için son resimlerimde bu kadar çok apolet ve madalya
var...
Teşekkür ederiz. Sizler de ürün çekimi sitesinden ayrıntılı bir şekilde bilgi alabilirsiniz.
YanıtlaSil