Bu Blogda Ara

28 Ocak 2013 Pazartesi

Engelli Ailelerinin Toplumla Buluşma ve Kaynaşma Etkinliği -Yenimahalle Belediyesi / M.Oğuz Mucurluoğlu

Engelli Ailelerinin Toplumla Buluşma ve Kaynaşma Etkinliği /Yenimahalle Belediyesi - Batıkent - Ankara 20 Ocak 2013

M.Oğuz Mucurluoğlu

















Tayfun Talipoğlu

                                                                    Ftf:Nedim Kibar            

M.OĞUZ MUCURLUOĞLU / Sevgililer Gününde Hiç Randevum Olmadı - Öykü Kitabı


SEVGİLİLER GÜNÜNDE HİÇ RANDEVUM OLMADI - İKİNCİ BASIM


MAVİ GERÇEK
- Gidiyor musun?
- Evet.
- Böyle sessizce ve beni kimsesiz bırakarak mı?
- Yapma! Sessizliğini koru. Çığlıklarla boğma beni. Dur orada!
- Gitme... Gitme kal.
- ...
Gitti. Hoşça kal bile demeden gitti. Bir gece sessizliğini yanına alıp içimdeki şarkıyı çığlık çığlığa bıraktı gitti. İçim yorgun ormanların gürültüsünde. Yandım. Saçlarım ağladı, gözlerim sustu.
IHLAMUR AĞACI
Sonra bir yaz evimizin yıkılacağı haberiyle irkildim. Koskoca bir kış sevgimle beklediğim, umutla hayalini kurduğum, hayalini bile kurarken kimseyle sevgimi paylaşamadığım ağacımı keseceklerdi ve kimse hesabını vermeyecekti bu infazın.
TERKE DAİR
O kız çocuğu birden “Sevmek ve sevilmek güzel di mi?” diye sordu. Gözlerine bakarken ne diyeceğimi şaşırdım. Bedenim ısınmaya başlamıştı oysa. Bir anda içimin soğuğunu hissettim tekrar. Çünkü sen aklıma düştün o an Sevgili, sen. Bırak aşk sevgisini, anne-baba sevgisini bile bilmiyordu o çocuk. Hatta hoşlanmak bile yabancı bir ülkeydi onun için. Tanımıyordu bu duyguları. Âlice Harikalar Diyarı gibi diyecek oldum ama sustum. Bu masalı dahi bilmiyor olabilirdi ve ben bilgiçlik taslamak istemedim. Hem sevginin soğuğunda üşürken ben, sobanın dibinde mırıldanarak uyuyan kedi diye nasıl kandırabilirdim onu ve kendimi.
14 ŞUBAT
- Elmira mı? şeklindeki bağırtımla yatağımdan fırlayıp telefona sarıldım. Efendim Elmira?
- Bu ne uykusu? Saat neredeyse bir!
- Hiç sorma! Gece sabaha karşı ancak uyuyabildim.
- Neyse seni evde yakaladım ya, gerisi önemli değil.
- Hayırdır?
- Bugün sevgililer günü ya hani… Buluşacağın kimse var mı?
- Komik olma lütfen. Kendimi bildim bileli bu özel güne ait randevum olmadı ki benim.
RÜYA’NIN RÜYASI
23 yaşındaki o sabah anlattığı rüyayı yıllar sonra ‘hayatımın ta kendisiydi’ diyerek eşine de anlattı. Ancak yaşı bu defa 78’i gösteriyordu. Sanki Rüya az önce kalkmıştı o rüyasını gördüğü uykusundan. Öylesine eksiksiz aktardı eşine.
BELLİ Kİ
- Seni çok özledim Huysuz, çok. Defalarca rüyamda gördüm seni. Hep içim sızladı sana olan özlemimden. Kimseye ifade etmeden içimde tuttum hep, derken dayanamayıp ağlamaya başlıyorum.
Ağlamayı sürdürürken kanepeden inip Huysuz’un yanına yatıyorum. Onunda gözleri ıslak. Ben burnumla Huysuz’un gözyaşlarını silerken, o da benimkileri yalayarak temizliyor.
- Hav hav, ben de.
Gözyaşlarım donuyor. Buz kesiyor adeta. Ürpererek geri çekiliyorum biraz zorlanarak. Gözlerim fal taşı gibi açılıyor.
- Ama! Ama sen! Ama sen konuşuyorsun!
- Sakinleş… İnan korkacak bir şey yok.
BAĞ
Oğlan kasaya doğru attığı her adımda biraz daha tükeniyordu. Dağın yamacından yuvarlanarak büyüyen çığ gibi adeta bitişe gidiyordu. Hiçbir şey söylemeden parayı uzattı. Avucunu açtı esas kız elini uzatarak. Parayı bırakırken buz kesti esas oğlan. Parmak uçları kızın avucuna deydi. Dermansızdı artık. Dizlerinin bağı çözülmüşçesine yığıldı olduğu yere.
ARDINA BAKMADAN GİTMEK GEREK
Masada duruyordu. Bende tüm maneviyatımı soyunmaya başlamıştım tek tek. Çıkardığım her duygumu özenle takip etti Pörtlek Cingöz. Tamamen arınıp bıraktım kendimi koltuğa. Biraz dinlendikten sonra giyinmeye başladığımda aralarında bir duygum eksikti. Fark ettiğim an Cingöz’e baktım. Bıyık altından kıs kıs gülüyordu. Tekrar istedim. Geri vermesi için yalvardım bile. Ama maalesef. Çoktan sindirmişti tüm varlığına… Ona mümkün olduğunca iyi bak lütfen. Çünkü Cingöz’ü sana teslim ederken yalnız ve sadece balığı vermedim. Pörtlek Cingöz balığı benden aldığın andan itibaren artık sevgim de senin ellerindeydi…
O YÜREKTE
“O harikulade fındık bahçeleri arasında yol alırken sana doğru geldiğimi bilmiyordum. Yukarı da betimlemeye çalıştığım doğa güzelliklerinin hepsi benden başka kimsenin göremeyeceği bir biçimde sende toplandığına yemin edebilirim. Yalnızlığımı tek başınalığımla paylaştığım o bir-iki saati anımsıyorum… Denize karşı oturmuş uçsuz bucaksız tuzlu su manzarasını izlerken nargilemin marpucundan derin derin çektiğim dumanla keyif çatıyordum! Hayır! Yalan! Yalan söylüyorum! Keyif çatmıyordum! Çünkü ben o esnada nargilenin tütünü oluyordum. Ve sen kor ateşlerle her gelişinde tütünümü değil benim sana olan ateşimi körüklüyordun…”
ETME EYLEME
- Filmden önceki verdiğim cevabın değiştiğini sakın düşünme. Ama sana sarılmak istiyorum… Beni anlayacağından eminim.
O nasıl bir sarılma? Sanki ceketini, gömleğini, atletini yırtarak ve derisini parçalayarak açıp beni içine sokuyor. Bu sarılış her şeye bedel. İşte şimdi gerçekten aklım başımda değil. Alnından öpmek istiyorum Sema’yı. Öpsem mi? Her şey buhar olmuş uçarken benim düşünceme bak!
- Öpücüğünün anlamını biliyorum. Kötüsüzlüğünün ve art niyetsizliğinin farkındayım. Senin öpücüğünde olduğu gibi ben de sana sıkı sıkı güveniyorum zaten.
DANS ETMEK MECBURİ DEĞİLDİR
O ise öylesine itinalı ve öylesine özel davranıyordu ki bana, tanrıya lanetler haykırmak istedim o an. Fakat yoktu ki benim inanışımda o tanrı… Suskunluğum en koyu hâldeydi. Çenesi düşük olan ben bu kez kendimi zorlayarak konuşuyordum! Nereli olduğunu sordum… Moldova’lıydı. Sonra yaşını sordum… “23” dedi. Adı… TANYA. Tanrı soyut bir serap! TANYA somut ve gerçek!
AN
- Hayır 6 yıldır da buradayım. Hiç karşılaşmadım sizinle.
Bugün bu saatlerde denk geldiğine belki de pişman olmaya başlamıştı. Şimdiye kadar özürlülere önyargılı bakışıyla kardeş kardeş geçiniyordu ne güzel. Bana rastlamasıyla konu hakkındaki tüm zihni allak-bullak olduğuna bahse girerim. Bu yüzden bana denk gelmiş olmaktan duyabileceği pişmanlık olasılığı bir hayli büyüktü.
O
Çocukluğunda arkadaşlarıyla oynadığı oyunu anımsadı… Trenin gelişini en uzak mesafeden hissedebilmek için raylara kulaklarını koyar ve beklerlerdi. Yine yere diz çöktü! Elleriyle raya tutunup kulağını koydu. Fakat bu kez tren hissedilmeyecek kadar uzakta değildi! Kafasını kaldırmadı… Makinistin treni zamanında durdurması için Erol’u fark ettiğinde artık her şey için çok geçti.
HEP AYNI SENARYO
- Hoş geldiniz. İyi seneler. Ben Yeşim. Ne arzu edersiniz? Paça, dil ve işkembemiz var. Dilerseniz üçünü özel bir karışımla da verebilirim…
- Ben bir dil alayım, der Doruk.
- İşkembe istiyorum ben ama sirke ve acısı bol olsun lütfen, der Yalın da.
- Sen ne istiyorsun Ozan? diye sorar Saadet.
- Devam et sen. Ben hâlâ düşünüyorum.
- Peki öyleyse… Ben özel karışımınızdan istiyorum. Üçü bir arada. Acı biber koymayın. Bir-iki damla sirke olabilir. Limon hiç olmasın lütfen. Bu arada salata vereceksiniz değil mi?
- Elbette efendim. Salata, cin biber turşusu ve kızarmış patatesi hemen getireceğim. Yemekten sonra da çay ikram edeceğim. Acaba beyefendi de bir karara varabildiler mi?
- Evet evet. Eee… Ben şey… Bir tabak dolusu Yeşim gülümsemesi istiyorum. Yanında içecek olarak kıpkırmızı bir Yeşim. Sonra da tatlı olarak tadımlık bir Yeşim rica edeyim.
ÜÇ NOKTA
Yine önümde bembeyaz bir kâğıt ve dişlerimin arasında bir kalem var. Bu defa kalemim kan kırmızı renkte… Kanımın rengini kullanıyorum yani. Belki de içimi daha rahat ifadelendirebilirim böylelikle! Kim bilir?
ONA DAİR SON YAZIM
Son suçlaması tam olarak sizlere ömürdü! Dayanılması, katlanılması, tahammülü mümkün değildi! Adeta ulu orta sıçmış, sıçtığı boku avuçlamış ve suratıma sıvamıştı! Bunu yaptıktan sonrada kıçını dönüp gitti zaten. Bana, ‘e pes doğrusu, sen salaksın, hatta salağın da salağısın’ diyeceğinizi biliyorum ama samimiyetle belirteyim; eğer o gün “git yüzünü yıka gel” emrini verseydi. Buna da itaat eder ve göğüs gererdim inanın. Çünkü artık acıyordum ona. Tam bir zavallıydı o. Bedensel olarak belki ben özürlüydüm fakat o ruhsal olarak psikolojik özürlüydü.
KAYITSIZ KALINAMAYAN DAVET
Yer; Rock Bar… Zaman; gecenin en koyu dilimi… Ses düzeyi; olması gereken en yüksek seviyede… Sahne; müziğin ritmine uygun olarak çılgınca dans edenlerle dolu… Ve ben; kenardaki bir masada içkimi yudumlayarak geçen günün ağırlığını müziğin ağırlığıyla ezmeye çalışıyorum…
Yani her şey olması gereken olağanlıkta.
Bakmayın böyle söylediğime! Çünkü hiçbir gün, o günkü gibi sonlanmadı!
YUNUS’UM
'Sen' kavramı seninle bütünleşerek sarıp sarmaladığında tüm benliğimi, karantina kararıyla hücreye tıkılmış bir mahkum gibi hissediyorum kendimi. İnan özgürlükten geçtim, koğuşuma gitmek istiyorum sadece. Kelimelerim elbette anahtar. Lâkin yok o kapatıldığım hücrenin anahtarı bende. Bulamıyorum birtürlü, 'sen' olan karantina anahtarını. Yani çok özür dilerim seni sevdiğim için...
CANINIZ MI SIKKIN
Sevgili Seyirciler, canınız mı sıkkın? Moraliniz mi bozuk? Hayattan zevk almıyor musunuz? İçiniz mi daralıyor? Her şey üstünüze üstünüze mi geliyor? Karamsarlık yakanıza mı yapıştı? Ya hemen bir müzik açın, ya da hiç zaman kaybetmeden engelli bir arkadaş edinin.

M.OĞUZ MUCURLUOĞLU / DİNLE KARDEŞİM - Öykü Kitabı

KISA KISA DİNLE KARDEŞİM
ÖYKÜLER

TAVANDAKİ PERDE (Ardıçkuşu’nda Yayınlandı)
ŞAKA (Kaldıraç’ta Yayınlandı)
ÇEKİLEN FAKS
FELSEFİ TOSLAMA
ÖTE-BERİ                                                     
AMA
DOĞUM GÜNÜ
AYNA (Külöykü’de Yayınlandı)
6 MAYIS
DOKTORUMUN TELEFONU ÇALDI (Pencere’de Yayınlandı)
YAŞAMIN GARANTİSİ
GENÇ BAYAN
 
ANLATILAR

ANLATABİLDİĞİM KADARI (Sevgi Çemberi’nde Yayınlandı)
DİNLE KARDEŞİM (Lâl’da, Evrensel Kültür’de, Kaldıraç’ta, Okul ve Ülke’de Yayınlandı)
ÇİÇEK (Lâl’da Yayınlandı)
VUSLAT’A
MEKTUP VAR
KARA BÜYÜ
 
İZLENİMLER
                                                              
DE GET
VE DAHA SONRA

ÖYKÜLER’DEN
TAVANDAKİ PERDE
Yaşadıklarımın rüya olmadığını anlayıp mutluluktan uçuyordum. Halının kılları çıplak bedenimi gıdıklıyordu. İlk kez varolduğumu, bir yer kapladığımı hissediyor, ağırlığımın ve hacmimin olduğunu anlıyordum. Sakinleştiğimde; ‘Bugüne kadar hiç böyle olmamıştım. Ne oluyor bana?’ diye geçirdim içimden. Yanıtlayamıyordum. Bugüne kadar kendi duygularımda cevaplayamadığım hiçbir sorum olmamıştı. Yuvarlanmayı kesip, durdum öylece. Gözlerimi yine tavana diktim. Bu defa tavandaki sinema perdesi AŞK yazısıyla açıldı.
ŞAKA
“Öyle espriler şakalar bulur, yapardık ki; kimsenin anlamasını önemsemez karnımız ağrıyıncaya dek sadece ikimiz gülerdik. Hatta bir gün gülmekten gözlerimizin içine baka baka altımıza işedik. Espri yaratmak bir sanattı bizim için.”
ÇEKİLEN FAKS
Kapısı kapanmış bir odadan “hayır, hayır” diye haykırıyordu kızı. Kapıyı bir anda açınca inanamadı gözlerine, buz kesti, kalakaldı ve ne yapacağını bilemeden kapıyı çarparak geri kapattı.
Ertesi gün, gazetelerin birindeki şu satırlar her şeyi açıklıyordu:
“Türkiye, tarihi boyunca böylesine bir oy patlamasına şahit olmamıştı. Güven Partili Şanlıurfa Milletvekili Necati Dinç ilinin %87 oyunu alarak tarihe adını yazdırdı. Ancak, dün gece yarısından sonra tüm basın bürolarına bir faks çekildi.
FELSEFİ TOSLAMA
Bugüne kadar sunulan oyunların hiçbiri sizin arzuladığınız sonucu vermemiş. Bilginlerimizin oluşturduğu oyunların yanında benimkisi hiçbir şey ama, denemek istersiniz belki: Kavramlar. İşte oyun için gerekli her şey bu. Ya da oyun için gerekmeyen hiçbir şey. Yoksullukla bolluğu evlendirip sevgiyi doğuran muhteşem bir oyun bu. Saçların kulakla randevusunda saçların heyecanını an be an yaşatan delice bir coşku. Elin ceple olan ilişkisindeki 45 dakikalık bir serüven. Ve daha yüzlerce, binlerce versiyonu olan bir yolculuk.
ÖTE-BERİ
-    Farkında mısın, evine geldik; bir sokak çocuğu ve bir sokak lambasıyla? Oysa öyküyle başlamıştık yola. Eve bırakma öpücüğü vermeden önce şunu söylemek istiyorum sana: Bugün sen; var olanla yetinen, günlük akışa kendini bırakandın. Yani beri. Ben ise her şeyin bir ardı olduğunu savunan, görünenle yetinmeyendim. Yani öte. Bir sözüm de bizi yazana var: Bitir artık şu öykünü de, rahat rahat öpüşelim sevgilimle.
AMA
Bayan bir profesörün odasına girmişiz; annem, babam ve babamın kucağında ben. Doktor, masasında oturuyormuş. Babam beni hasta yatağına koymuş. Doktorun sorularını yanıtladığı bir esnada babam başlamış şu sözleri sarfetmeye: ‘Doktor hanım doktor hanım, sakat sakattır. Mühendis olsa ne, profesör olup sizin yerinize geçse ne? Yabancı ülkede doktorun biri iğneyle böyle bir çocuğu uyutmuş. Bu yüzden o doktoru tutuklamışlar. Oysa iyi yaptı o doktor. Aileyi de, çocuğu da kurtardı işte.’ Daha vahimi sonradan gelmiş. Para ve ün uğruna ‘OĞLUMU TIBBA FEDA EDİYORUM.’ diyen biri benim babam.
DOĞUM GÜNÜ
“Bir gün gelecek, geçmişime bakacağım.”
Bu kelimeleri sarfederken tek düşündüğü; anlaşılır bir cümle söylemekti. Bunu da söylerken başardı Hasan. Ancak eve gelip yatağına uzandığında, hep yaptığı gibi gün içindeki yaşadıklarını düşünürken, “bir gün gelecek, geçmişime bakacağım” dediğini hatırlayınca; takıldı kaldı bu cümlesinde.
Sıradan sözcükler olarak dile getirdiği bu cümlesi uykusunu kaçırdı Hasan’ın. Kalktı yatağından. Ay ışığının odasına vurduğu pencerenin önündeki masasına oturdu. Yaktı bir sigara. Elini çenesine, dirseğini masaya koyup; pencereden dışarıyı izlerken dalıp gitti. Dalmadan hemen önce bir kez daha kısık sesle kendi kendine tekrarladı uykusunu kaçıran cümleyi: “Bir gün gelecek, geçmişime bakacağım.”
AYNA
Oturduğu sandalyeyi masasına yaklaştırırken, daha dikkatliydi aynı gıcırtıyı duymamak için. Yazmaya başladığı son yazısının giriş kısmını bir daha okudu. Sonra, tekrar aynı sorun belirdi kafasında. Sandalyesine yaslandı. Sağ kolunu attı sandalyenin arkasına. Sol eline kalemini alıp; bazen masanın üstünde, bazen dizinin üstünde başparmağı etrafında çevirdi.
“Doğa, kadınlara ne çok acı yüklemiş. İlk cinsel birliklerinde acı var. Her ay regl dönemlerinde acı var. Ulan doğa, kadın-erkek eşitliğinde nutuk çekiyoruz. Hatta erkeklerin üstün olduklarını savunuyoruz. Ama sen kıyak geçeyim erkeklere derken; kadınların acıya ne denli dayanıklı olduklarını sergileyip, erkekleri yenik düşürüyor olduğunu görmedin.” diye kendi kendine sesli olarak söylendi bir daha.
6 MAYIS
Deniz, Hüseyin ve Yusuf. Bu üç arkadaş 12 senedir yılda bir kez, şehir merkezinden uzakta bulunan Ceylan Restorant’ta buluşurlardı. Lise arkadaşıyken dost olmuşlar ve mezuniyetlerinde bu buluşma için sözleşmişlerdi. Her yıl aksatmadan 6 Mayıs günü, akşam yemeği saatlerinde Restoran sahibi Yılmaz Abi’leri tarafından hazırlanan masada buluşup bütün bir yılın birikimini birbirleriyle paylaşırlardı. Özellikle belirlemişlerdi 6 Mayıs’ı. Çünkü bu yolla buluştukları gün, büyük saygı duydukları adaşlarının ölüm yıl dönümlerini de hatırlayıp, onları da anıyorlardı.
On üçüncü 6 Mayıs gelip çattı.
DOKTORUMUN TELEFONU ÇALDI
Bu konuşma öncesine kadar ne Derya, ne yarın, ne de o sonraki günün saat beş buçuğu önemli değildi. Birden önem kazandı bu üç şey. Sanki bana; “Ben Derya, yarın 17:30’da gel” demişti. Heykeltıraş olduğumu biliyormuş da, modelim olmak istiyormuşçasına. Oysa ne o beni, ne de ben onu tanıyordum. Birbirimizden bihaberdik yani o güne kadar.
Kendimi kontrolsüz bir makine gibi hissediyordum. Çünkü ablama, beni tanıştırması için ısrar ediyordum. Ağzından girip burnundan çıkıyordum adeta. Manevi baskı, duygu sömürüsü, vicdanına yönelik baskılar. Sanki her yol mübahdı tanışmak uğruna. Ama ablam prensipleri olan bir doktordu ve bu konuda ödün vermezdi. Nitekim, gidene kadar ablamın başının etini yediysem de sonuç nafileydi.
Ertesi gün saat 17:30’a doğru ayaklarım beni doktorumun iş yerine doğru götürüyordu. Öyle ki; beyaz bir sahibin zenci kölesiydim, ve tek yaptığım bu emre itaat etmekti. Sanki bindiğim arabanın şoförmahaline biri oturmuş da beni yönlendiriyor gibiydi.
YAŞAMIN GARANTİSİ
Sigaralarıyla birlikte sohbetleri de son buldu. Sonay, sigaranın son nefesini Ali’ye içirdikten sonra söndürüp sevgilisini giydirmek için dolaptan tişört ve kot pantolon çıkardı.
- Şu üstümdekini çıkartayım da seni giydirirken terim parfüm kokusunu almasın. diyen Sonay üzerindekini çıkartıp sütyenle kalınca devam etti. Bunu da çıkartayım mı?
- Heee. dedi Ali.
- Yok yaaa. Bugün yaramazlık yapmak yok.
- Ama ben çok yaramaz bir çocuğum. Yaramazlık yapmadan duramam ki. derken Ali, Sonay’ın iki göğsü arasına öpücük koydu.
- Bugün yaramazlık yapmak yok. diye tekrarlayan Sonay, Ali’nin yüzünü iki avcuna alıp göz göze gelecek şekilde kaldırdı ve dudaklarını dudaklarına değdirdi.
Bir süre sonra Ali’nin svitşörtü ve pantolonu üzerinde olmadığı gibi Sonay’ın da sütyeni ve pantolonu üstünde değildi.
- Yine yaptın yapacağını. dedi ve ekledi Sonay. Nasıl oluyor da beni bu kadar kolay alabiliyorsun? Kendimi sana karşı tutamıyorum. Canıma minnetmiş gibi atlıyorum üstüne. Sen nasıl bir yamuksun yahu? Aslında biliyorum sorularımın cevabını. Sağlam gibi yamuksun ve belki onlardan daha sağlamsın. Kendimi sana bırakmama gelince; sadece kendini değil beni de memnun edebildiğin için direnemiyorum. Seni seviyorum. Seni çok seviyorum Ali.
GENÇ BAYAN
Çok sinirli bakıyorsunuz Bayan!
Güzelliğinizin arkasından.
Siz böylesine sinirlendiren,
Gözlerim miydi Bayan?
***
Peki birden!
Neydi gözlerinizi ıslatan?
Özürlülüğüm müydü sizi duygulandıran,
Oldukça sinirliyken?
***
Yapmayın Bayan yapmayın!
Acizliğinizi bana sergilemeyin.
Son olarak Bayan,
Acıyorum size ve sizin gibilere Genç Bayan!
Bu şiir, yüksekokul yıllarımda okuldan eve dönerken yaptığım otobüs yolculuğu sırasında yaşadığım bir olayın ardından çıktı.
ANLATILAR’DAN
ANLATABİLDİĞİM KADARI
Seninle birlikte olduğumda; sığınaklar, zulalar arıyorum saklanmak için. Ama, ama sonra ben bir Pervane Böceği sen ise eşi benzeri olmayan parlaklıkta bir ışık oluyorsun. Bilirsin ya Pervane Böcekleri en çok ışığa ihtiyaç duyarlar. Ben de sana ihtiyaç duyuyorum. Anla işte.
Sana söylemek istediklerim var ya; ağzımın ucuna geliyor “ha gayret” diyorum, “ha gayret oğlum söyle hadi” ama olmuyor. Geri yutuyorum sözcüklerimi. Ve ben hâlâ alışamadım yüz duvarlarında yankılanmasına mahzun sesimin.
DİNLE KARDEŞİM
Yumuşak bir yüzeye dokunmak isteyip dokunamayışım, güzel bir kızın gözlerindeki “dans edelim” çağrısına karşılık veremeyişim, sek sek oynayamayışım, yakan top oyununda oyun başlamadan yanışım, şöyle hafiften çiseleyen bir yağmurda vuramayışım kederli sokaklara kendimi, okuldaki bir atletizm yarışmasında sonuncu gelemeyişim, gitar çalamayışım, işveli bir zerdaliyi dalından koparamayışım...
Söyle kardeşim, böyle bir ruh hali içinde hayatı sevebilmek kolay mı? Dünyayı, yaşamayı, sevmeyi ve aşık olmayı yeniden keşfedebilmek!
Kabus mu Allah’ım?
Bu bir kabus olsun, ter içinde uyanayım. Sonra derin bir  “oh” çekeyim. Sonra koşa koşa ta Akdeniz’e gideyim! Bir solukta Toros’ları aşayım! Yüksek kayalardan kendimi buz gibi denize atayım! Ve sonra kulaçlarımla açılıp ta okyanuslara kadar yüzeyim! Ellerime, ayaklarıma, bir illet girmiş, vücudum kramplar içinde.
Bu kadar zırıltı yeter!
Bunları düşünen ben değilim! Sizlersiniz! Koşmayı da, yürümeyi de, ellerinizle tutmayı da sizler bilirsiniz. Benim işim başka! Ben yaşayan bir insanım!
Sevdim yaşamayı. Çünkü sevdiğim yaşam; sadece ve sadece bana ait bir yaşamdı. Sevdim yaşamayı. Dilediğim hareketleri yapabilecek uzuvlara değil, sadece bir yüreğe sahip olmanın yeterli olduğunu keşfettiğim zaman...
Sadece bir yürek.
ÇİÇEK
O gün bugündür tüm benliğimle, hatta kimilerinin (zaman zaman kendimin bile) “kesinlikle, asla yapamazsın” dedikleri ve mucizelikle tanımlanacak şeyler gerçekleştirdim tüm engellerimi görmezlikten gelerek. O saksıdaki tek dal da açtı açabildiğince. Öylesine muhteşemdi ki açan çiçekler, değil kopamaya yeltenmek dokunmaya kıyamıyordum. Halbuki yaptıklarım herkesin yapabileceği şeylerdi. Suyuna biraz gerçekten inandığım sevgi karıştırmak, güneşin aldatmasız sevgiyle yansımasını sağlamaktı. Bu yüzden bunları yapabilecek tek kişi olduğuma hiç inanmadım. Bazen de şaşırıyordum sevginin böylesine bir güce sahip oluşuna.
VUSLAT’A
Bir dakika! O da ne? Kovaya yaklaşan bir yüz. Tertemiz, sıcacık ve sevecen. Yaşasam, daha güzel yüzler görebilirim belki. Ancak bugüne değin gördüğüm en içten ve sevgi dolu bir yüz. Gözleri ateşböceği gibi ışıldıyor. Bu simanın bedenindeki eller yaklaştı bana doğru. Yaklaştı ve aldı beni o soğuk bedenler arasından. Bir kristal parçasına gösterilebilecek önemle aldı o kovadan beni. Bana bakmaktan önüne bakamıyordu yürürken. Kaç kez tökezledi, düşüyordu neredeyse. Buna rağmen ayırmadı gözlerini benden. Tam son nefesimi vermek üzereydim ki bir asır bağışlansa asla duyamayacağım o cümle çıkıverdi dudakları arasından; “Ben de özürlü olmak istiyorum.” Birkaç dakika ağladı sonra, birkaç saat gibi geldi bana. Tam “dayanacak gücüm kalmadı” diyecektim, evrim geçirdim kuş oluverdim. Coşkuyla çırpınan, aksak uçan bir kuş. Uçuş güzergâhım VUSLAT’a doğru.
MEKTUP VAR
Annesiniz siz. Her anne gibi saygı değer. Çocuğunuzu çok seviyorsunuz. Çünkü emek veriyorsunuz. Cenin oluşundan başlayıp kendi hayatını kurana kadar. Yemeyip yedirerek, giymeyip giydirerek emek veriyorsunuz. Gerçi yinede bitmiyor emek verişiniz. Evinize zaman harcıyorsunuz. Yani emek veriyorsunuz. Yemek hazırlayarak, çamaşırlarını yıkayarak eşinize de emek veriyorsunuz. Böylece eşinizi, çocuğunuzu ve evinizi çok sevdiğinizi söylediğinizde sevginin emek vermek olduğunu da belirtmiş oluyorsunuz. “Ne kadar çok emek, o kadar çok sevgi” bu sözün kanıtı olarak sadece annem diyorum. 27 yıldır beni sırtında taşımasıyla oluşan sevgiyi hangi kelime tam karşılayabilir ki!?
KARA BÜYÜ
Gündüzün tabuları yıkılır yavaş yavaş gün geceye dönerken. Hiç olmayacak konuşmalar ve inanılmaz itiraflar dolaşmaya başlar aramızda. Gündüz görünme korkusuyla birbirine dokunamayan sevgililer, gecenin huzur dolu kucağımda bir elmanın iki yarısı gibi bütünleşiverirler. “Seni seviyorum” demenin, ilan-ı aşk etmenin en güzel zaman dilimidir gece. Gece, partilerin ve eğlencelerin tercih edilen dilimidir Gün Pastası’nın. Gündüz acısını yutkunarak gömmeye çalışan bir insanı, gece bardaktan boşanırcasına akan gözyaşlarıyla buluverirsin. Gece yanından geçmekte olan birinin kolundan tutup, “Dostum, az önce evde eşimle kavga ettim. Onu gerçekten seviyorum. Ama lanet olsun, ah bu kafam yok mu bu boktan kafam!” dediğinde seni can kulağıyla dinlerken buluverirsin. Ağlayabileceğin bir omuz yanındadır artık. Veya öylesine mutlusundur ki, için coşkuyla püskürmek ister sevincini. Gündüz deli olabileceğin kanısına varanlar gece kucak açarlar sana.
İZLENİMLER’DEN
DE GET
Özürlü denilince nedense çaresiz, acınası varlıklar gelir akla. Ama ben adım gibi eminim, bu kamp süresince sağlıklı insanlar tarafından imrenilen ve gıpta edilendik. Bu ülke bambaşka bir ülke. Sevgi, sevinç, dostluk bu ülkenin hudutları içinde her satha yayılmış. Biz özürlüler iyi biliriz: Yaşantımız geçit vermez amansız bir duvar gibidir. Bu aşılmaz duvar karşısında sık sık çaresizliğimizle alay eden seslerin yankılarını duyar gibi oluruz. Bu ülkede işte bu alaycı sesler bir avluya itiliyor, geçit vermez o duvar çöküyor ve yıkılıyordu. Bir Olcay vardı koltuk değnekli. Üç oktavlık sesiyle devrim şarkıları söylüyordu, burada devrim yapılıyor dercesine. Bir Duygu vardı tekerlekli sandalyede. Güçlükle konuşurken “sakatlık bedende değil, kafadadır” diye haykırıyordu. Bir de Erol vardı. Bir deli aşık. Yürürken ve konuşurken güçlük çekiyordu ama sevdim mi tam severim sözünün ete kemiğe bürünmüş haliydi adeta.
VE DAHA SONRA
İnsanlarıma bakıyorum, kavruluyorlar acı içinde. Ülkeme bakıyorum, düzensiz ve bozuk bir sistem içinde. Bu iki durum yeterince özetliyor her şeyi bence. İsyan ediyorum ben de bu duruma. Duyarsız da değilim elbet. Mücadeleye, direnişe kalemimle ve kağıdımla ortak olmaya çalışıyorum. Çünkü şimdilik sadece bunu yapabiliyorum.

FOTOĞRAF ( İç / Dış Mekan / Ürün Çekimleri ) 3 Örn.İst.Ank.



























                                                               Ftf : Nedim Kibar